Bilim, Hikaye, Sinema

‘Uzay’ konusunda izlemeniz gereken 6 film


Sinema sektörü dünyadaki en büyük iletişimin kaynağı. Bu yazıda sinemadan bahsederken, Hollywood yapımlarını kastediyor olacağım, öncelikle onu belirtmiş olayım. Gerçi, Amerikan sineması haricinde içinde uzay geçen veya uzayın bizzat içinde geçen bir filme rastlamadık zaten. Peki bu filmleri neden izlemeniz gerektiğini düşünüyorum?

Aslına bakarsanız hepsinin ayrı birer nedeni, daha doğrusu ayrı birer mesajı var ve bu mesajların her biri farklı bir noktaya dokunuyor. Böylece hepsini izlemek için özel nedenleriniz oluyor. Bununla birlikte, birleştikleri ortak bir payda da var: İnsanın kendinden daha aşkın bir gücün varlığına karşı duyduğu dayanılmaz cazibe ve o cazibenin etkisinde oluşan çekim alanında yaşanan “kendini aşma-kendini tanıma” durumu.

Felsefeyi konuya doğrudan karıştırmadan ve sözü daha fazla uzatmadan listeye geçelim. Son bir hatırlatma: Seçtiğim filmleri kendimce bir sınıflandırmaya tabi tuttum. Bu sınıflandırmaya göre, hangisini yalnız, hangisini eşiniz/sevgilinizle ve hangilerini de (mutlaka) çocuklarınızla izlemeniz gerektiği konusunda da ahkâm kestim. Bu sınıflandırma, filmlerin daha iyi sindirilebilmesini amaçlıyor. Özellike çocuklar için olanlar, onların geleceğini belirleyebilir haberiniz olsun.

Başlıyoruz, kemerlerimizi bağlayalım.

1. Apollo 13 (1995)

Bu filmin hikayesine kaynaklık eden olay, Apollo 13 görevinin başarısız olması ve ekibin Ay’a iniş yapamadan Dünya’ya geri dönmeleri. Yani filmimiz ‘gerçek bir hikayeye dayanıyor’. 1970 yılında, Ay’a düzenlenen 7’nci insanlı görev için planlanan ve Apollo programına 13 koduyla geçen projede, astronotlar gidiş yolculuğu esnasında elektrik sistemindeki bir sorun dolayısıyla yolculuğu erken kesip, eve dönüş rotasına giriyorlar ve olaylar gelişiyor. Yani aslında ortada bir başarısızlık var fakat Amerikalıların bu olayı tarihe kaydederken kullandıkları isim çok şey anlatıyor: ‘A Successful Failure’. Ay’a yeni bir iniş gerçekleştirip, zaferi perçinlemek isteyen Amerikan ekibi, bunu başaramadığı durumda eve dönüşü yeni görev olarak belirleyip, geceli-gündüzlü bir tempo ile çalışarak bunu başarıyor. Dillere pelesenk olmuş ‘Houston, we’ve had a problem’ sözü de, uçuş ekibinin komutanı astronot James Lowell tarafından, arızanın Houston’da bulunan yer istasyonuna haber verildiği mesajın ta kendisi.

Peki filmi nasıl hatırlıyorum? Yani bende bıraktığı izler, en çok etkilendiğim anlar neler?

Bahsettiğim filmlerin tümünde ama az ama çok etkisi olan ‘astronotların aileleri’ konusu Apollo 13’te yoğun şekilde işlenmiş. Bunun tarihi geriye doğru yazarken aynı zamanda ileriye doğru da bir tür ‘Ulusal Birlik’ mesajı verdiğini görebiliyoruz fakat asıl dikkatimi çeken, Houston’daki NASA yer istasyonunun kriz yönetimi ve mühendislerin çözüm ürettiği sahnelerdi. Belki ucundan da olsa onlarla meslektaş olduğumdan, bir problemi çözmenin mühendise verdiği haz duygusundan veya uzay programının altında yatan felsefenin de bu cürette saklı olmasından ötürü, Apollo 13 görevinin ismi gerçekten de ‘A Successful Failure’ olmalı. ‘Ay’a gerçekten gidildi mi?’ komplolarına zerre kadar itibar etmeyen biriyim ve bu konu ne zaman açılsa, iki şey gelir aklıma: İlki, ‘Bugünkü durumda bu sorunun gerçekten bir önemi var mı?’, diğeri ise ‘Ay’a gidilip gidilmediği çok önemli değil, oradan dönülebilmiş olması asıl mesele’. İşte bu konuda gerçek bir mühendisin soracağı soru böyle olmalı :)

Özetle, Apollo 13 oldukça heyecanlı ve insan ırkıyla gururlandıran bir film. Bu hayatta ‘problem çözen’ biri olmak kadar tatmin edici bir duygu olmasa gerek.

Rated by Metin as: Aile / Eş / Sevgili / Evde veya yurtta arkadaş ortamı

2. October Sky (1999)

Söze başlarken hemen belirtmem gerekiyor ki bu film uzayda geçmiyor. Yine ifade etmem gerekiyor ki, elime öyle bir imkan geçerse ilkokul çağından liseye kadar tüm okul çocuklarına izletilmesini zorunlu kılacağım filmler listesinde de ilk 10’a giriyor. Peki October Sky’ı benim için bu denli önemli kılan nedir?

Her çocuğun hayalleri olur. Bu hayalleri şekillendiren de mizaçla birlikte çocuğun çevresidir şüphesiz ve belli bir yaştan sonra çocuğumuz bizim şekil verebileceğimiz bir varlık olmaktan çıkıp, kendi bağımsızlığını ilan eder – bu dönüşüm fiziksel seviyede olmasa da, zihinsel ve duygusal olarak böyle yaşanıyor- O halde, neredeyse doğan tüm erkek çocuklarının bir kömür madenine ve onun çevresindeki işlere mahkum olduğu, küçük ve umutsuz bir Amerikan kasabasında bir öğretmenin neler başarabileceğini görmek için October Sky’ı izlemelisiniz.

October Sky’ın hikayesi de gerçek bir olaya, daha doğrusu bir hayat hikayesine dayanıyor. Filmin açılış sahnesinde, 1957 yılında, uzaya yollanan ilk insan yapımı uydu olan Sputnik’in gökten bir kuyrukluyıldız gibi kayıp gitmesini görüyoruz. Soğuk savaşın Ruslar tarafından kazanıldığını ilan eder bir etki uyandıran Sputnik, bir basketbol topu büyüklüğündeki cüssesinden beklenmeyecek bir etki yapıyor şüphesiz. Bu küçük maden kasabasında bile insanlar gece vakti sokaklara çıkıyor ve Sputnik’in geçişini görmek için merak ve endişeyle toplanıyorlar. Toplanan meraklı kalabalığın içinde Homer Hickam isminde bir çocuk da var. Batı Virginia’da yer alan Coalwood isimli maden şehri her şeyiyle yeraltına bağlı bir hayat yaşarken (bir nevi Zonguldak), madenin başındaki sert adamın oğlu Homer Hickam, ”Ben uzaya gideceğim” repliğiyle gökyüzüne bakan kalabalığın arasından bize merhaba diyor. Sonrasında yaşananlar, Homer’ın imkansız gibi görünen üniversite hayali, babasının sert baskısı ve nihayet matematik öğretmeninin yaptığı çıkış ile bizi adım adım ‘Rocket Boys’un aynen bir roket gibi yükselen hikayesine bağlıyor. Ne dünyadan milyonlarca kilometre uzakta geçen bir yaşam mücadelesi ne de insanı buz gibi bir korkuya salıveren siyah boşluğun gerilimi; October Sky’da sadece birkaç çocuğun kendilerine çizilen toplumsal kaderi reddedip hayallerine yürümeleri var. Tabii filmin finalinde bu çocukların gerçek hayatta neler başardıklarını gördüğümüz an, hikaye çemberi olabilecek en tatminkâr şekilde kapanıyor.

Rated by Metin as Çocuk / Aile / Eş / Sevgili / Herkes izlesin özetle ama önce çocuklar :)

3. Contact (1997)

Geldik listenin benim için en önemli kısmına. Zira bu film, lise dönemimde benim için October Sky etkisi yapmıştı (and Metin goes to İTÜ Uzay Müh) Contact, Dünya Dışı Akıllı Yaşam Araştırmaları Enstitüsü (SETI) isimli, Amerikan merkezli bir kurum etrafında başlayan bir hikayeye sahip. Filmin senaryosu, ünlü gökbilimci ve akademisyen Dr. Carl Sagan tarafından 1985 yılında kaleme alınan aynı isimli romandan uyarlanmış. Baş kahramanımız Dr. Eleanor Arroway, annesini doğumda, babasını ise çocuk yaşta kaybetmiş, çok zeki ve fen bilimleri konusunda özel yetenekli bir bilim kadını. Dr. Arroway’in küçük yaşta yaşadığı kayıplar ve fazlasıyla sorgulayıcı zihni nedeniyle sahip olduğu ‘Tanrı’ konusu, aynı zamanda hikayenin temel çatışma unsurunu da oluşturuyor. Dünya dışı yaşam üzerine çalışan Dr. Arroway’in, rutin ‘dinlemeleri’ esnasında beklenilenden çok farklı biçimde gelen mesaj, mesajın dünyayı sarsan etkileri ve sonrasında paralel bir evrene doğru yaşanan yolculuk deneyimi, hikayenin ana eksenini çiziyor. Özellikle gelen mesajın kodlanma şekli, yolculuk makinasının tasarımı, ‘solucan deliği’ konusunun işlenme şekli ve yönetmenin uzay yolculuğunu nasıl kurgulamış olduğuna dair merakım, beni bugün bile Karşıyaka’daki Deniz Sineması’nın koltuklarına götüren bir zaman makinası adeta.

Contact’ı bilim-kurgu sinemasında ayrı bir noktaya taşıyan noktaları düşündüğümde ise bir uyarlama başarısı ön plana çıkıyor: Carl Sagan, Robert Zemeckis ve Jodie Foster. Bir sanat eserine ilham veren fikrin form değiştirerek (bu örnekte romandan sinema filmine doğru) yaşadığı yaratıcı dönüşüm adına Contact unutulmaz bir örnek benim için. Carl Sagan’ın akılcı-hayalperest-araştırmacı hayatının bir meyvesi olan romanın ana fikrinin Robert Zemeckis’in zihninde insanlığın kıyamete dek kapanmayacak, en büyük sorgulama alanından geçip, tempolu ve ciddi bir bilim-kurgu filmine dönüşmesi roman uyarlamalarında nadir rastlanabilecek bir uyum. Burada Robert Zemeckis’in ve elbette senaristler James V. Hart ve Michael Goldenberg‘in romanın içinden o çok değerli ana fikri çekip alarak, hayal güçlerinin becerikli ellerinde görsel bir esere dönüştürmeleri, filmi alanında -henüz- rakipsiz kılıyor diyebilirim. Interstellar’ın neden aynı kulvarda olmadığını ise listenin son maddesine sakladım. Tabii, Jodie Foster’ın kendini kaybedercesine sergilediği oyunculuk…

İnsanın hem tek başına, eli kolu olan ölümlü bir varlık olduğu ama bir yandan da tüm evrenin indeksini taşıyan sonsuz yoğun bir çekirdek olduğunu düşünüyorsanız, Contact’ı izleyin. Tam tersini düşünüyorsanız, iki kere izleyin.

Rated by Metin as Öncelikle, mutlaka yalnız başınıza izlemelisiniz.

4. Gravity (2013)

Gravity bir açıdan bu listedeki en ‘farklı’ film. Gerek izleyicide ateş ettiği nokta açısından, gerekse sinematografik olarak – tamamen uzayda geçiyor çünkü, final sahnesi hariç :) – Gravity listemizin bir anlamda ‘Avrupa sineması’na en yakın üyesi. Aslına bakarsanız, ne felsefi bir sorgulama ne de mevcut teknolojiyi aşan kurgu-bilim içermeden, uzay çalışmaları için gayet sıradan bir şekilde başlıyor film. 1998 yılından beri tepemizde sakin sakin dönmekte olan Uluslararası Uzay İstasyonu isimli kocaman laboratuvar gemisinde geçiyor olması bile onun konuya nereden baktığını anlamak için yeterli: Bugünün dünyasında adeta uçak bakımı gibi alelade hale gelmiş bir servisin, yeryüzünden yaklaşık 350 km yüksekte birileri tarafından tam zamanlı bir iş olarak yapılıyor olması sizce de enteresan değil mi? Orada birileri var ve işlerini yapıyorlar aslında, mesele bu. Peki bunca alışılmışlığın yanında, uzayın çağrıştırdığı korkutucu boşluk ve korunaksızlık hissi o insanlar için ne ifade ediyor? Hikayenin ihtiyaç duyduğu türbülansı yaratan, tahmin edebileceğiniz üzere yaşanan bir kaza oluyor. Sonrası ise tam anlamıya nefes kesen bir gerilim.

Toplam 2 oyuncusu bulunan Gravity – az olmasına rağmen ağır toplar :) – bir türe yerleştirilmek istenirse pekâlâ ‘Katastrofobik bir kapalı mekan gerilimi’ denebilir. ‘İçinde kaybolup gideceğimiz kadar büyük bir uzayda kapalı alan korkusu nasıl verilebiliyor arkadaş?’ diyecek olursanız, filmi hemen izlemek için geçerli bir sebebiniz var demektir. Astronotların psikolojisi, insanlı uzay görevleri söz konusu olduğunda en çok tartışılan konulardan biridir. Buna, hikayenin climax noktasına yaklaşırken Sandra Bullock’un seslendirdiği ‘Her şeyi öğrettiler ama dua etmeyi öğretmediler’ repliğine geldiğinizde nabzının oldukça yükselmiş biçimde  hak vereceğinizi düşünüyorum.

Not: Sinemalarda gösterimde olduğu sürede 3D/IMAX opsiyonlarıyla izlenebilen film, kullanılmaya başlandığından beridir bu teknolojilerin hakkını sonuna kadar veren belki de tek yapım. O nedenle evinizde izleyecekseniz 3D donanımlı bir ekran tercih etmeniz neredeyse olmazsa olmaz.

Rated by Metin as Aile / Sevgili / Eş (küçük çocuklarınız için ürkütücü olabilir)

5. The Martian (2015)

Bu yazının yazıldığı günlerde The Martian henüz gösterime girmişti. Yani listemizdeki en taze film oluyor kendisi. Yine bir roman uyarlaması ile karşı karşıyayız fakat bu sefer romanı okumamış olduğumdan bu konuda bir yorum yapamayacağım. Diğer yandan bu kez neredeyse romanın mürekkebi kurumadan filme uyarlandığı oldukça hızlı bir süreç söz konusu (Roman 2011’de yayınlanıyor, film ise 2015 yapımı). Bu durumun ortaya çıkmasında NASA’nın bu kez gayet ciddi olduğunu hissettiren, ‘Mars’ta sıvı su bulunduğu’ açıklamalarının etkisi olduğu şüphesiz. Obama’nın başkanlığı döneminde sosyal politikalara ağırlık veren bir yönetimi tercih etmesi ve bu nedenle NASA’nın ciddi bütçe kısıntıları yaşamış olması da kaynaklarımızdan aldığımız bir bilgi -Uzay mühendisiyiz sonuçta, oralarda arkadaşlarımız var :) – Konunun bu boyutlarına girmeden hızla filme geçelim, bakalım Cast Away Mars’ta çekilseydi ne olurdu?

Film yakın gelecekte planlanan insanlı Mars görevinin tam ortasında olduğumuzu gösteren bir sahne ile başlıyor. Uzay gemisi Hermes’in yer modülünün iniş yaptığı bölgede araştırma yapan ekibi oldukça esprili ve optimistik bir neşe içinde taş toplarken görüyoruz. Ne var ki bu sahne oldukça kısa sürüyor zira asıl konuya girebilmemiz için bize gereken tek şey, bir kaza. Sonrasında, şiddetli kum fırtınası esnasında gezegenden kaçarken öldü zannedilip Allah’ın kırmızı çölünde bırakılan Botanik Uzmanı Astronot Mark Watney’in küllerinden doğup yaşam mücadelesi verdiği bir ‘Survivor: Mars’ izliyoruz. Film, nefis kırmızı çöl sahneleri üzerinde – setin neresi olduğunu merak edenler için buyrun kaynak – adeta Cast Away tadında bir bilimsel deneyler şovu ile ilk yarıyı tamamlıyor. Kahramanımız bir şekilde ‘yaşayakalmayı’ seçtiği ve sebat ettiği için oldukça tempolu bir bölüm, bu kısım. Sonrası ise NASA’nın kendisini farketmesi ile gerçekleşen olayları izlediğimiz bir muhteşem PR çalışmasıyla mutlu sona doğru ilerliyor (söz konusu Amerikan sineması olduğunda mutlu son spoiler’ı vermenin bir sakıncası olmadığını düşünüyorum). Benim yorumlarım da daha çok bu ikinci kısım, yani olayların çözüldüğü bölüm üzerine olacak.

Yeri gelmişken belirteyim, film bu konumlanışı ile bir Apollo 13 tadı veriyor. Yani kurtarma ve uzayda yaşam savaşı hikayesi bir yana, ‘başarısızlık veya beklenmedik durumlar karşısındaki güçlü birikimimizi iyice anlayın’ mesajını çok iyi kurgulanmış bir NASA PR çalışması olarak okumak gerekiyor. Peki bu çalışmanın detayları neler?

Öncelikle çok kültürlülük ve buna saygı güçlü biçimde vurgulanıyor. Alışageldiğimiz ‘Beyaz Amerikalı’ tiplemesi yalnızca NASA Direktörü için kullanılmış, geri kalan kilit rollerin tamamında Çin, Afro-Amerikan ve Hint kökenli oyuncular tercih edilmiş. Bu ‘Rise of Indians’ meselesi ayrı bir konu zaten. Diğer yandan, özellikle kurtarma görevinin rotası belirlenirken tereddütsüz topa giren Afro-Amerikan ‘uzman’ karakteri, NASA organizasyonunun en alt kademesinde bulunmasına rağmen belli ki kurumun farklı fikirlere sağladığı sınırsız özgürlük sayesinde, kim olduğunu bilmediği NASA Direktörüne akıl vererek sonuca böylesine etki edebiliyor. Aynı şekilde, JPL’in başındaki abinin aslen Çinli olması ve Hint asıllı Mars Görevleri Direktörü karakterleri de Amerika’nın büyük beyinlere sağladığı sınırsız imkanların vurgulanması adına harika bir iletişim çalışması. Filmin genel pozitif havası ve optimistik atmosferi de bu iletişimin izleyici üzerindeki etkisini artırıyor. Konunun gerçekte de böyle olduğunu düşünürsek, günün sonunda mesele yok aslında.

Son söz: Bu listedeki en ‘eğlenceli’ film The Martian. Bir ‘October Sky’ olmasa da, çocuklara izletilmesi gereken uzay filmlerden biri aynı zamanda.

Rated by Metin as Aile / Eş / Sevgili / Çocuklar yani herkes için :)

6. Interstellar (2014)

Interstellar konusunda bu blogda bir şeyler yazmıştım. O yazının ana fikri veya çıkış noktası diyelim, ilk izlediğimde bir türlü ısınamadığım filmle aramdaki buzların erimesi idi. Yeterince uzun bir yazı olduğu için burada tekrar açma gereği duymadığım ve yukarıda kendisine link vermekle yetindiğim bir çok detayı tekrar anlatmak yerine, listenin Contact maddesinde bahsettiğim ‘İki filmin neden aynı kulvarda olmadığı’ konusuna değinip, yazıyı bitireceğim.

Interstellar kelimenin tam anlamıyla ‘Fantastik’ bir film. Bu tabiri yalnızca kendisini üzerine inşa ettiği kuramsal fizik nedeniyle kullanmıyorum; insan hayatındaki ‘değerli’ varlıklara ve dünyaya bir daha gelmeyecek olmamız gerçeğine bakarken kamerayı kondurduğu noktanın farklı olması, asıl derdim. Bir baba-kız hikayesi anlatırken aslında eş zamanlılık ve kuantum fiziği teorisini kullanmak, işini çok iyi bilen bir profesörün amfide öğrencilerine verdiği sıradışı bir dersi dinlemek gibi adeta. Bu konuda filmin ‘hikaye kurmaca’ açısından Contact’ın oldukça ilerisinde veya ondan farklı bir kulvarda koştuğunu söylemek daha doğru olacak. Her ne kadar dayandıkları bilimsel fikirler ve baba-kız konusu kısmen ortak olsa da, durum böyle.

Diğer yandan Interstellar’ın hikaye kurgusunda benimsediği ‘öncü-çığır açıcı’ perspektif onu tam bir kurgu-bilim (hatta fantastik dünya) eseri yaparken, örneğin bu konuda The Martian’ın tercih ettiği ‘insanın fiziksel zayıflığına nispeten sahip olduğu irade ve akıl gücü’ teması bu filmleri birbirinden ayıran temel nokta, kanımca.

Rated by Metin as Önce yalnız başınıza izleyin. Sonrası Aile / Eş / Sevgili (Çocuklar için fazla karmaşık)

Böylece listenin sonuna geldik. Size de listede henüz görmemiş olduğunuz filmleri yakalayıp, izlemek kalıyor. Yorumlarınızla konuyu açarsanız, bu da güzel olur tabii :)

İyi seyirler ve düşünmeler diliyorum.

Standart